Ana içeriğe atla

Madoran Hırsızı - Sertaç Bahadır Afşari

 

Pat…

Bir ses duydum. Korkuyla ve heyecanla karışık bir halde arkama yavaşça döndüm. Ahşaptan yapılma yerde ses çıkarmadan yürümeye çalışıyorum. En azından altımda kırmızı ve yeşil desenlerle yapılmış bir halı var da ayak sesimi duyulmasını engelliyordu. Yavaşça adımlarımı attıktan sonra yere doğru eğildim. Tam o sırada karşı binadan bir ışık geldi. Görünmemek için hafif vücudumu hızlıca ama sessizce yere attım. “Yardım edin!”, “Hayır, lütfen…” ve “Ah!” seslerini duyuyordum karşı binadan. Tahminimce – aslında bir tahmin değildi çünkü başka bir durum olma ihtimali yoktu- Madoran polisi evlerini basmıştı. Ancak şu anda benim o zavallıları düşünecek ne vaktim ne de durumum vardı. O an tek isteğim polisin beni görmemiş olması ve bulunduğum evin sahibinin uyanmamış olmasıydı. Yerde yavaşça sürünmeye karar verdim. Yaklaşık beş metre önümde ahşap oymalı bir çekmece ve yanında da bir masa duruyordu. Üstünde bir defter vardı galiba. Ev sahibinin babası da koltukta uyuyakalmıştı. Yaşlı adam öyle horluyordu ki camları ardına kadar açık olan evde karşı binadaki polis – polis ile aramızda sadece iki metre vardı. Devletin yeni ev politikasına göre evler birbirine yakın olmalıydı.- bile beni o gürültü nedeniyle duyamazdı. Sürünmeye devam ederken bir anda bir şeye çarptım. Yaşlı adamın horultusundan ben bile çarpma sesini duymadığım için çıkan sesten pek endişe etmedim. Çarptığım nesneyi yavaşça elime aldım. Bir kitaptı. “Aman Kemal, boş ver ne buluyorsan al yanına.” dedim içimden. Masaya ulaştı ayağa kalktım ve üstünde ne varsa almaya başladım. Bir ciltli defter gördüm. Biraz içini karıştırdıktan sonra çantama attım. Tam yavaşça evden çıkıyordum ki karşı binadaki polislerden biri beni gördü ve düdüğünü öttürdü. Düdük o kadar sesliydi ki yaşlı adam uyandı. Onun uyanması ile benim onu hemen yanımda bulunan lambayla bayıltmam bir oldu. Adamın kafasından biraz kan geliyordu ama hiç dert etmedim o anda. Çünkü eğer yakalanırsam başıma geleceklerin daha kötü olacağını biliyordum. Ama kaçmaya başlamadan önceki bir saniyede bunları düşünsem bile adama acıdım ve kendimce özür diledim. Ve hızla kaçmaya başladım. Evin diğer tarafındaki pencereden diğer binaya atlamak en kısa özgürlük yolu gibi geldi. Hemen evin kısa koridoruna doğru yöneldim ve koridorda bulunan dolabı kapıya doğru ittim. Etrafa hangi odadan kaçmam gerektiğini bulmak için iki saniye boyunca bakındım ki o sırada polisler eve girdi. Telaş ve korkuyla bir odaya kendimi attım. Odanın kapısını kilitledim ve belki bana biraz daha zaman kazandırır diye kapının yakınındaki masayı kapıya doğru ittim.  Kafamı pencereye doğru çevirirken yatağındaki huzurlu uykusundan aniden uyanan ev sahibi ne olduğunu anlamaya çalışıyordu. Etrafa bakınırken komodinin üstünde bir silah ve lamba duruyordu. Hızlı bir refleksle silahı elime aldım ve bana safça bakan ev sahibine doğru çevirdim. Sessiz olmasını söyledim. Pencereye bir sandalye dayamaya çalışırken arkamdan birinin beni sardığını hissettim. Kafamı çevirince ev sahibinin benim kaçmamı engellemeye çalıştığını gördüm. Ufak bir ayak hareketiyle ev sahibini pencereye yasladım ve onu taşıyarak ileriye doğru yürüdüm ve karşı duvara yaklaşır yaklaşmaz geriye doğru koştum. Son anda yaptığım bir hareket ile ev sahibinden kurtuldum ve o da ani duraksamam nedeniyle camdan aşağı doğru düştü. Ev sahibini de atlattıktan sonra silahla birlikte bulduğum lambayı da karşı evin penceresine doğru attım. Cam daha kırılmadan ben pencerenin önüne daha önceden dayadığım sandalye yardımıyla çıkmıştım. Tam atlarken polisler odaya girdi ve bana doğru ışık tuttular. Ben ise diğer eve girmiş ve koşuyordum.  Birkaç eve bu şekilde girdikten sonra bir evin camından alçakta bulunan bir evin çatısına atladım. Hızlıca bu yaşam parkurunu bitirmeye ve en hızlı şekilde evime dönmek istiyordum. Polisler atladığım evin camında kaldılar ancak benim gibilerin her gün küfrettiği son teknoloji ürünü olan polis droneları peşimi bırakmıyordu. Havada sinek vızıltıları gibi sesi olan dronelardan kaçmanın verdiği heyecan nedeniyle göz kırpmadan ve hatta önüme bakmadan koşup çatılardan atlıyordum. Uzakta bir ara sokak görmüştüm. Dar ve üstü pazar örtüleriyle kapalıydı. Bir alt sokağa girip ara sokaktan geçip oraya ulaşabilirdim. Bunları düşünürken kurtulmanın verdiği mutluluk hissini tam tadamadan ayağım bir evin çatıda bulunan su borusuna takıldı ve ben de tüm hızımı bir anda kaybettiğim yere sert bir şekilde düştüm. Birkaç saniye ne olduğunu anlamadım bile. Bir anda başım ağrımaya başladı ve gözlerim kararıyordu. Başımın kanadığını anlamıştım. Ama kurtuluşa ve yaşama ulaşmak için direnmem lazımdı. O yüzden yavaşça ayağa kalkıp yoluma devam ettim. Çölün ortasında bir şehir boyunca koşturmadan sonra sonunda o sokağa girdim. İşte o an tahmin ettiğim gibi izimi kaybettirmeyi başarmıştım. Sokaklarda beni arayan zırhlı araçlar yoldaki kumları havaya kaldıracak hızda ilerliyordu ancak dar bir ara sokakta olduğumdan dolayı tuttukları güneşe benzeyen ışıklarıyla beni fark edememişlerdi. O kadar hızlı nefes alıp veriyordum ki ne çaldığımı bile hatırlayamıyordum. Kafamdaki yaradan akan kan tüm sol yanımı kaplamıştı. Sokakta yavaşça yürürken beni arayan köpeklerin havlamalarını duyuyordum. En sonunda bir eve dayalı olan merdiven buldum ve elimdeki yükleri sırtıma asarak yukarıya tırmandım. Çatıda bulunan bacaya dayanarak kafamdaki kanamayı durdurmak için bez çantamdan bir parça aldım ve kafamı sarmaya başladım. Tam o anda şehrin ortasında bulunan sözde özgürlüğü temsil eden Cumhuriyet anıtı gözüme çarptı. 30 yıldır iktidarda olan bu hükümet insanları bu heykelle kandırıyordu işte. Onun yanında da herkesin – en azından benim gibilerin- özlediği hükümetten kalma bir kilise vardı. Ne kadar yıpranmış ve yıkılacakmış gibi dursa da bana göre halen şehirdeki en güzel binadır. Yaramı sardıktan sonra dikkatlice yerimden kalktım ve içimden gelen sese güvenerek kiliseye doğru gitmeye karar verdim. Çatılardan sakince ilerleyerek meydana doğru gittim. En son evin duvarında bulunan merdivenden meydana indim. Anıt tüm ışıklarıyla meydanı aydınlatıyordu. Kilise ise onun yanında karanlık hatta kapkaranlık kalıyordu. Kafamı gökyüzüne çevirdim ve yıldızlarla donatılmış gökyüzüne bakakaldım. Uzun zamandır bu kadar yıldız görmüyordum.  O kadar güzellerdi ki sanki bir rüyadaymışım gibiydim. Daha birkaç dakika önce içinde olduğum kovalamacanın verdiği heyecanı sakinliğe çevirmemde bana yardımcı oluyorlardı. Belli bir süre daha onlara baktıktan sonra uzaktan polisin sesini duydum. Meydana doğru geliyorlardı. Geceleri sokağa çıkma yasağı olduğundan dolayı uzaktan bile rahatlıkla fark edilebilirdim. Ayrıca aranan biri olduğum için başım tamamen belaya girerdi. O yüzden hızlı adımlarla kiliseye doğru gittim. Kilisenin kapısına varınca heyecanla karışık hayranlık sardı bedenimi. Eski büyük kilise kapılarından olan kapısı o kadar güzel işlenmişti ki bana yeni bir hayat vadediyormuş hissi uyandırdı. Kapının tokmağından tutarak tüm gücümle açmaya çalıştım. Biraz uğraştan sonra açmayı başardım ve içeriye adımımı attım. Attığım adımla kafamı yukarıya kaldırmam bir oldu. Kilisenin tavanını süsleyen meleklere gözüm dalıyordu. Yere düşen meleği fark ettim ilk. Benim gibi her şeyini kaybetmişti Mikail, lanetlenen melek. Ardından diğer köşede Cebrail ve İsrafil duruyordu. Ve sonuncu büyük melek Azrail tüm ihtişamıyla tam kafamın üstündeydi. Gözlerindeki soğukluk ve üzüntü içimi ürpertiyorken aynı zamanda ona bağlanmamı sağlıyordu. İhtişamı o soğuklukla öyle bir birleşmişti ki insanın onunla beraber vakit geçiresi geliyordu. Alt sınıf olarak umudumuzun kalmadığı şu dünyada belki de en yakın dostumuz olabilirdi kendisi eğer tanısaydık onu. Bize kurtuluş vadeden melek değil mi nasıl olsa? Arkamda bırakacaklarım olmasa boynuna sarılıp bırakmayacağım melek? Şu sözde cesur yeni dünyada tek güvenebileceğim varlık değil mi? Tabii ki aileme, eşime, dostlarıma güvenebilirim ama artık bu yaşam turunda edindiğim tecrübeyle onlara bile güven olmayacağını öğrendim. Polis geldiği anda kuşlar gibi ötüp biricik çocuklarını salıveren aileleri, işten çıkarılarak aç bırakılan dostların bir somun bile etmeyen kuru ekmek için dostunun sırtına hançer sapladığını, sırf bir kâğıt uğruna eşine komplo kuran eşler gördüm ben bu hayatta. Adaletsizliğin rekor kırdığı, aile yapısının temelli çöktüğü, insanların aç kalıp hırslarına yenik düştüğü dünyada tek güvendiğim varlığın beni bu zalimlikten kurtarabilecek Azrail olması saçma mı? Düşüncelerden sıyrılıp yavaş adımlarla kilisede ilerliyorum. İlerlerken sıralı masalara ellerimi nazikçe değdiriyorum. En sonunda ilk sıraya geliyorum ve yavaşça oturuyorum. Kilisenin artık eskidiğini önümde duran örümcek ağlarından ve fare deliklerinden anlayabiliyorum. Biz insanların ruhani evi artık hayvanların yaşam alanı olmuştu. Ellerimi dua etmek için birbirine kenetliyorum. Başımı öne eğiyorum ve yaptığım tüm günahlar için af diliyorum ev sahibinden. Duaların kuru dudaklarımdan kesintisiz ama hızlanmadan çıkarken arkamda bir siluet beliriyor. Silueti hissediyorum ancak onu görmekten korkuyorum. Ancak Tanrı’nın evinde hissettiğim güven duygusuyla bir şey olmayacağına inanaraktan yavaşça kafamı çeviriyorum ve soğuk ama ilgi çekici bakışlarıyla yeni dostum bana baktığını görüyorum. Sakin sesiyle: “Yürüyelim mi?” diyor. Tam ağzımı cevap vermek için açarken arkadan bir ses duyuyorum. “Burada, kaçak burada!” diye bir bağırtı geliyor arkadan. O an ne yapacağımı bilemediğim için etrafıma kaçmak için bir yer bulma umuduyla bakıyorum. O sırada yeni dostum hafif bir gülümsemeyle beni izliyor. Ve kilisenin kapısından yoğun bir ışık geliyor. Gözlerimi alan bu ışık beni kendine çekerken aynı zamanda sarsıyor. Ve gözlerimi sırtımı dayadığım bacada açıyorum. Ne olduğunu anlamadan karşımda duran polisler bana bakıyor. Ellerinde tuttukları ışıklar aynı kilisedekilerine benziyor. Aklım yavaş çalışsa da ne olduğunu yavaşça anlıyorum ve yeni dostumun sırıtması artık manalı geliyor. Doğrulmaya çalışırken oradaki iri yarı bir polis beni eliyle geriye itiyor. Ardından gözlerimin önünde siyah, ince bir tüp beliriyor. Bana tüpü doğrultan polis: “Yaşa Hükümet, Yaşa Madoran!” diye bağırıyor ve “PAT!”. Galiba artık özgürüm.

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Hürriyete Doğru (Orhan Veli Kanık) Şiirinin Eleştirisi

Gözle görülür bir biçimde serbest ölçüyle yazılan ve belirgin bir kafiye dizisi (sadece bazı dizeler arasında kafiye bulunmaktadır.) olmayan bu şiirde belli başlı imgelere rastlamak mümkündür. Ancak imgelerden bahsetmeden önce şiirde büyük ihtimalle ana amacı okuyucunun dikkatini çekmek ve şiirde bir ses yükselişi yaşamak için “ Heeeey! / Ne duruyorsun be, ...” şeklinde  haykırış ifadeleri kullanılmıştır.  Şiirdeki imgelere odaklanırsak asıl imgenin hürriyet olduğunu görürsünüz. Günlük yaşamda da hürriyet kavramı her birey için farklı bir manaya sahiptir. Orhan Veli, kendine göre olan hürriyeti deniz üzerinden anlatmıştır. Ancak buradaki deniz kavramı bildiğimiz su anlamında değil içinde suyun içinde barındırdıkları anlamındadır. Çünkü şiirdeki “Görmüyor musun, her yanda hürriyet; / Yelken ol, kürek ol, dümen ol, balık ol, su ol; / Git gidebildiğin yere.” dizelerinden de anlaşılacağı gibi Orhan Veli için hürriyet demek deniz gibi başı sonu belli olmayan bir diyarda istediğin ...

İstanbul'u Dinliyorum (Orhan Veli Kanık) Şiirinin Eleştirisi

  İstanbul için yazılmış olan ve herkesin hayatında illa ki bir kere duyduğu bu şiir, yalın bir Türkçeyle yazılmıştır. Dörtlük ve bentler halinde yazılan şiirde her dörtlük ve bendin başında ve sonunda “İstanbul’u dinliyorum, gözlerim kapalı;” dizesi vardır. Bu tekrar bana Orhan Veli’nin şiiri için ilham kaynağının içindeki İstanbul sevgisi ve bu sevgiyi dinlemesi olduğunu hissettiriyor. Ayrıca bu tekrar anlatımı da bana göre güçlendirmektedir. Bazı dizeler arasında kafiye olmasında rağmen tüm şiiri etkileyen bir kafiyeden söze edemeyiz. Şiirde anlatımı etkisini artıran diğer bir unsur ise hislerdir. Burada hisleri sadece duygular olarak değil beş duyu organımızla hissetiklerimiz olarak da kabul etmeliyiz. Bu his durumuna örnek olan bazı dizeler şunlardır: “Önce hafiften bir rüzgar esiyor/ Serin serin Kapalı Çarşı;/.../Dinmiş lodosların uğultusu içinde” . Şiirdeki anlatımı güçlendiren diğer bir unsurlarda çatışmalardır. Şiirde zıt anlam veya duyguyu veren kelimeler beraber kullanı...

Bir Saatlik Öykü'nün Bir Sayfalık Analizi

Bir saatlik öykü, Kate Chopin’in kısa öyküsüdür. Öykünün ana karakteri olan Bayan Mallard kalp hastasıdır. Bir gün bir demiryolu faciası olur ve Bayan Mallard’ın eşi Brently Mallard’da o trendedir. Bay Mallard’ın arkadaşı Richards bu faciayı ve Bay Mallard’ın kayıp olduğu haberini alır. Bu haberden net olmak için haberi teyit eder ve teyidi alır almaz Bayan Mallard’a belirtmek için Mallardların evine gider. Bayan Mallard kalp hastası olduğu için ölüm haberini yavaşça kardeşi Josephine söyler. Bayan Mallard haberi duyunca yıkılır ve odasında bulunan bir koltuğa oturur. Dışarıyı izler. Ona bir şeyin yaklaştığını bilir ama yaklaşanı adlandıramaz. Başta içinde bir korkuyla karışık heyecan olsa da yavaş yavaş mutlu olmaya başlar. Ağzından “Artık ruhen ve bedenen özgürüm!” cümlesi dökülür. Artık bir erkeğe bağlı değildir ve sadece kendisi için yaşayacağını düşünmektedir. Ancak bu mutluluk uzun sürmez. Bayan Mallard ölür. Tam ölürken de aslında ölmüş olarak bilinen Bay Mallard, aslında halen ...