Pat…
Bir
ses duydum. Korkuyla ve heyecanla karışık bir halde arkama yavaşça döndüm.
Ahşaptan yapılma yerde ses çıkarmadan yürümeye çalışıyorum. En azından altımda
kırmızı ve yeşil desenlerle yapılmış bir halı var da ayak sesimi duyulmasını
engelliyordu. Yavaşça adımlarımı attıktan sonra yere doğru eğildim. Tam o sırada
karşı binadan bir ışık geldi. Görünmemek için hafif vücudumu hızlıca ama
sessizce yere attım. “Yardım edin!”, “Hayır, lütfen…” ve “Ah!” seslerini duyuyordum
karşı binadan. Tahminimce – aslında bir tahmin değildi çünkü başka bir durum
olma ihtimali yoktu- Madoran polisi evlerini basmıştı. Ancak şu anda benim o
zavallıları düşünecek ne vaktim ne de durumum vardı. O an tek isteğim polisin
beni görmemiş olması ve bulunduğum evin sahibinin uyanmamış olmasıydı. Yerde
yavaşça sürünmeye karar verdim. Yaklaşık beş metre önümde ahşap oymalı bir
çekmece ve yanında da bir masa duruyordu. Üstünde bir defter vardı galiba. Ev
sahibinin babası da koltukta uyuyakalmıştı. Yaşlı adam öyle horluyordu ki
camları ardına kadar açık olan evde karşı binadaki polis – polis ile aramızda
sadece iki metre vardı. Devletin yeni ev politikasına göre evler birbirine
yakın olmalıydı.- bile beni o gürültü nedeniyle duyamazdı. Sürünmeye devam
ederken bir anda bir şeye çarptım. Yaşlı adamın horultusundan ben bile çarpma
sesini duymadığım için çıkan sesten pek endişe etmedim. Çarptığım nesneyi yavaşça
elime aldım. Bir kitaptı. “Aman Kemal, boş ver ne buluyorsan al yanına.” dedim
içimden. Masaya ulaştı ayağa kalktım ve üstünde ne varsa almaya başladım. Bir
ciltli defter gördüm. Biraz içini karıştırdıktan sonra çantama attım. Tam
yavaşça evden çıkıyordum ki karşı binadaki polislerden biri beni gördü ve
düdüğünü öttürdü. Düdük o kadar sesliydi ki yaşlı adam uyandı. Onun uyanması
ile benim onu hemen yanımda bulunan lambayla bayıltmam bir oldu. Adamın
kafasından biraz kan geliyordu ama hiç dert etmedim o anda. Çünkü eğer
yakalanırsam başıma geleceklerin daha kötü olacağını biliyordum. Ama kaçmaya
başlamadan önceki bir saniyede bunları düşünsem bile adama acıdım ve kendimce
özür diledim. Ve hızla kaçmaya başladım. Evin diğer tarafındaki pencereden
diğer binaya atlamak en kısa özgürlük yolu gibi geldi. Hemen evin kısa
koridoruna doğru yöneldim ve koridorda bulunan dolabı kapıya doğru ittim. Etrafa
hangi odadan kaçmam gerektiğini bulmak için iki saniye boyunca bakındım ki o
sırada polisler eve girdi. Telaş ve korkuyla bir odaya kendimi attım. Odanın
kapısını kilitledim ve belki bana biraz daha zaman kazandırır diye kapının
yakınındaki masayı kapıya doğru ittim.
Kafamı pencereye doğru çevirirken yatağındaki huzurlu uykusundan aniden
uyanan ev sahibi ne olduğunu anlamaya çalışıyordu. Etrafa bakınırken komodinin
üstünde bir silah ve lamba duruyordu. Hızlı bir refleksle silahı elime aldım ve
bana safça bakan ev sahibine doğru çevirdim. Sessiz olmasını söyledim.
Pencereye bir sandalye dayamaya çalışırken arkamdan birinin beni sardığını
hissettim. Kafamı çevirince ev sahibinin benim kaçmamı engellemeye çalıştığını
gördüm. Ufak bir ayak hareketiyle ev sahibini pencereye yasladım ve onu
taşıyarak ileriye doğru yürüdüm ve karşı duvara yaklaşır yaklaşmaz geriye doğru
koştum. Son anda yaptığım bir hareket ile ev sahibinden kurtuldum ve o da ani
duraksamam nedeniyle camdan aşağı doğru düştü. Ev sahibini de atlattıktan sonra
silahla birlikte bulduğum lambayı da karşı evin penceresine doğru attım. Cam
daha kırılmadan ben pencerenin önüne daha önceden dayadığım sandalye yardımıyla
çıkmıştım. Tam atlarken polisler odaya girdi ve bana doğru ışık tuttular. Ben
ise diğer eve girmiş ve koşuyordum.
Birkaç eve bu şekilde girdikten sonra bir evin camından alçakta bulunan
bir evin çatısına atladım. Hızlıca bu yaşam parkurunu bitirmeye ve en hızlı
şekilde evime dönmek istiyordum. Polisler atladığım evin camında kaldılar ancak
benim gibilerin her gün küfrettiği son teknoloji ürünü olan polis droneları
peşimi bırakmıyordu. Havada sinek vızıltıları gibi sesi olan dronelardan
kaçmanın verdiği heyecan nedeniyle göz kırpmadan ve hatta önüme bakmadan koşup
çatılardan atlıyordum. Uzakta bir ara sokak görmüştüm. Dar ve üstü pazar
örtüleriyle kapalıydı. Bir alt sokağa girip ara sokaktan geçip oraya
ulaşabilirdim. Bunları düşünürken kurtulmanın verdiği mutluluk hissini tam
tadamadan ayağım bir evin çatıda bulunan su borusuna takıldı ve ben de tüm
hızımı bir anda kaybettiğim yere sert bir şekilde düştüm. Birkaç saniye ne
olduğunu anlamadım bile. Bir anda başım ağrımaya başladı ve gözlerim
kararıyordu. Başımın kanadığını anlamıştım. Ama kurtuluşa ve yaşama ulaşmak
için direnmem lazımdı. O yüzden yavaşça ayağa kalkıp yoluma devam ettim. Çölün
ortasında bir şehir boyunca koşturmadan sonra sonunda o sokağa girdim. İşte o
an tahmin ettiğim gibi izimi kaybettirmeyi başarmıştım. Sokaklarda beni arayan
zırhlı araçlar yoldaki kumları havaya kaldıracak hızda ilerliyordu ancak dar
bir ara sokakta olduğumdan dolayı tuttukları güneşe benzeyen ışıklarıyla beni
fark edememişlerdi. O kadar hızlı nefes alıp veriyordum ki ne çaldığımı bile
hatırlayamıyordum. Kafamdaki yaradan akan kan tüm sol yanımı kaplamıştı. Sokakta
yavaşça yürürken beni arayan köpeklerin havlamalarını duyuyordum. En sonunda
bir eve dayalı olan merdiven buldum ve elimdeki yükleri sırtıma asarak yukarıya
tırmandım. Çatıda bulunan bacaya dayanarak kafamdaki kanamayı durdurmak için
bez çantamdan bir parça aldım ve kafamı sarmaya başladım. Tam o anda şehrin
ortasında bulunan sözde özgürlüğü temsil eden Cumhuriyet anıtı gözüme çarptı.
30 yıldır iktidarda olan bu hükümet insanları bu heykelle kandırıyordu işte.
Onun yanında da herkesin – en azından benim gibilerin- özlediği hükümetten
kalma bir kilise vardı. Ne kadar yıpranmış ve yıkılacakmış gibi dursa da bana
göre halen şehirdeki en güzel binadır. Yaramı sardıktan sonra dikkatlice
yerimden kalktım ve içimden gelen sese güvenerek kiliseye doğru gitmeye karar
verdim. Çatılardan sakince ilerleyerek meydana doğru gittim. En son evin
duvarında bulunan merdivenden meydana indim. Anıt tüm ışıklarıyla meydanı
aydınlatıyordu. Kilise ise onun yanında karanlık hatta kapkaranlık kalıyordu.
Kafamı gökyüzüne çevirdim ve yıldızlarla donatılmış gökyüzüne bakakaldım. Uzun
zamandır bu kadar yıldız görmüyordum. O
kadar güzellerdi ki sanki bir rüyadaymışım gibiydim. Daha birkaç dakika önce
içinde olduğum kovalamacanın verdiği heyecanı sakinliğe çevirmemde bana
yardımcı oluyorlardı. Belli bir süre daha onlara baktıktan sonra uzaktan
polisin sesini duydum. Meydana doğru geliyorlardı. Geceleri sokağa çıkma yasağı
olduğundan dolayı uzaktan bile rahatlıkla fark edilebilirdim. Ayrıca aranan
biri olduğum için başım tamamen belaya girerdi. O yüzden hızlı adımlarla
kiliseye doğru gittim. Kilisenin kapısına varınca heyecanla karışık hayranlık
sardı bedenimi. Eski büyük kilise kapılarından olan kapısı o kadar güzel
işlenmişti ki bana yeni bir hayat vadediyormuş hissi uyandırdı. Kapının
tokmağından tutarak tüm gücümle açmaya çalıştım. Biraz uğraştan sonra açmayı
başardım ve içeriye adımımı attım. Attığım adımla kafamı yukarıya kaldırmam bir
oldu. Kilisenin tavanını süsleyen meleklere gözüm dalıyordu. Yere düşen meleği
fark ettim ilk. Benim gibi her şeyini kaybetmişti Mikail, lanetlenen melek.
Ardından diğer köşede Cebrail ve İsrafil duruyordu. Ve sonuncu büyük melek
Azrail tüm ihtişamıyla tam kafamın üstündeydi. Gözlerindeki soğukluk ve üzüntü
içimi ürpertiyorken aynı zamanda ona bağlanmamı sağlıyordu. İhtişamı o
soğuklukla öyle bir birleşmişti ki insanın onunla beraber vakit geçiresi
geliyordu. Alt sınıf olarak umudumuzun kalmadığı şu dünyada belki de en yakın
dostumuz olabilirdi kendisi eğer tanısaydık onu. Bize kurtuluş vadeden melek
değil mi nasıl olsa? Arkamda bırakacaklarım olmasa boynuna sarılıp
bırakmayacağım melek? Şu sözde cesur yeni dünyada tek güvenebileceğim varlık
değil mi? Tabii ki aileme, eşime, dostlarıma güvenebilirim ama artık bu yaşam
turunda edindiğim tecrübeyle onlara bile güven olmayacağını öğrendim. Polis
geldiği anda kuşlar gibi ötüp biricik çocuklarını salıveren aileleri, işten
çıkarılarak aç bırakılan dostların bir somun bile etmeyen kuru ekmek için
dostunun sırtına hançer sapladığını, sırf bir kâğıt uğruna eşine komplo kuran
eşler gördüm ben bu hayatta. Adaletsizliğin rekor kırdığı, aile yapısının
temelli çöktüğü, insanların aç kalıp hırslarına yenik düştüğü dünyada tek
güvendiğim varlığın beni bu zalimlikten kurtarabilecek Azrail olması saçma mı? Düşüncelerden
sıyrılıp yavaş adımlarla kilisede ilerliyorum. İlerlerken sıralı masalara
ellerimi nazikçe değdiriyorum. En sonunda ilk sıraya geliyorum ve yavaşça
oturuyorum. Kilisenin artık eskidiğini önümde duran örümcek ağlarından ve fare
deliklerinden anlayabiliyorum. Biz insanların ruhani evi artık hayvanların
yaşam alanı olmuştu. Ellerimi dua etmek için birbirine kenetliyorum. Başımı öne
eğiyorum ve yaptığım tüm günahlar için af diliyorum ev sahibinden. Duaların
kuru dudaklarımdan kesintisiz ama hızlanmadan çıkarken arkamda bir siluet
beliriyor. Silueti hissediyorum ancak onu görmekten korkuyorum. Ancak Tanrı’nın
evinde hissettiğim güven duygusuyla bir şey olmayacağına inanaraktan yavaşça
kafamı çeviriyorum ve soğuk ama ilgi çekici bakışlarıyla yeni dostum bana
baktığını görüyorum. Sakin sesiyle: “Yürüyelim mi?” diyor. Tam ağzımı cevap
vermek için açarken arkadan bir ses duyuyorum. “Burada, kaçak burada!” diye bir
bağırtı geliyor arkadan. O an ne yapacağımı bilemediğim için etrafıma kaçmak
için bir yer bulma umuduyla bakıyorum. O sırada yeni dostum hafif bir
gülümsemeyle beni izliyor. Ve kilisenin kapısından yoğun bir ışık geliyor.
Gözlerimi alan bu ışık beni kendine çekerken aynı zamanda sarsıyor. Ve
gözlerimi sırtımı dayadığım bacada açıyorum. Ne olduğunu anlamadan karşımda
duran polisler bana bakıyor. Ellerinde tuttukları ışıklar aynı kilisedekilerine
benziyor. Aklım yavaş çalışsa da ne olduğunu yavaşça anlıyorum ve yeni dostumun
sırıtması artık manalı geliyor. Doğrulmaya çalışırken oradaki iri yarı bir
polis beni eliyle geriye itiyor. Ardından gözlerimin önünde siyah, ince bir tüp
beliriyor. Bana tüpü doğrultan polis: “Yaşa Hükümet, Yaşa Madoran!” diye
bağırıyor ve “PAT!”. Galiba artık özgürüm.
Yorumlar
Yorum Gönder