Bu yazıda Oğuz Atay’ın “Demiryolu hikayecileri - bir rüya” adlı
hikayesiyle Anton Çehov’un “Bahis”
adlı hikayesini karşılaştırıp benzerliklerini, farklılıklarını, belli temalar
ile bağlantılarını anlatacağım.
İlk olarak yazının daha iyi
anlaşılması için iki öykünün özelliklerinden bahsetmem gerekmektedir. Oğuz
Atay’ın öyküsünde aslında bir ana karakter vardır ama diğer karakterlerin (genç
kız, istasyon amiri ve benzeri) de öyküdeki yeri önemlidir. Öykü, ana
karakterimiz olan bir adamın, genç bir kızın ve bir yahudinin dağların
civarında olan bir istasyonda hikaye yazarak geçinmelerini anlatır. Ancak hikayeyi
ana karakterimizin gözünden okuduğumuz için daha çok onun düşüncelerini ve
yaşadıklarını okuyoruz. Ana karakterimiz hikaye boyunca yaşamak için yazdığı
hikayeleri satmaya çalışırken ruhsal olarak bir değişkenlik göstermektedir.
Anlaşılmamak, aşk, yalnızlık, umutsuzluk ve benzeri duygular karakterimizi
hikaye boyunca sarmaktadır.
Oğuz Atay’ın hikayesini teknik
açıdan ele alırsam hikayede kahraman bakış açısı mevcuttur. Aynı zamanda hikaye
olay hikayesidir. Hikayede arada sırada diyaloglar bulunmaktadır. Hikayedeki
soru işaretleri ve ara sözler anlatımı güçlendiren ve sanki karakterimizin
bizle yüz yüze konuşuyormuş hissini verdirten unsurlardır. Dil açısından - eğer
gözümden kaçmadıysa- pek bir süslülük ve abartma olmadığı için gayet sade ve
yalın diyebilirim.
Bu hikayeyi anlamsal açıdan
yorumlarsak hikaye boyunca sanatın ve sanatçının değeri hakkında önemli
farkındalıkları fark ediyoruz. Örneğin hikayede zaman çok belli edilmese de bir
savaş sırasında geçtiğini biliyoruz. Hikayecilerimiz para kazanıp yaşamak
zorunda oldukları için güncel konulardan ve hatta arada sırada istasyon şefinin
zorladığı konulardan hikaye yazmaları gerekmektedir. Ayrıca hikayelerini alan
kişiler de onları bir yazar olarak değil de seyyar olarak görmeleri de
önemlidir. Bu iki detay aslında savaş zamanı olsun veya olmasın bir sanatçının
bazen zorunda olduğu işler yapması gerekmektedir ve bu işler bir yerden sonra
yaratıcılığı öldürmektedir ve hatta insanlar tarafından fark edilmeme durumunu
yaratmaktadır. Fark edilmemek, anlaşılmamak ve yalnızlık da bu hikayede önemli
yer kaplamaktadır çünkü hikayenin sonlarına doğru karakterimiz kendini
geliştirdiğini düşünse de kimse onu dinleyip onla iletişime geçmediği için
bunun doğru olup olmadığını bilemiyor ve herkes onu sadece para kazanmaya
çalışan bir dilenci gibi gördüğü için de kimseyle iletişime geçemiyor ve
yalnızlaşıyor. Aşık olmasına rağmen kendini bu duyguya kaptıramıyor hatta bunun
hakkında bile yazamıyor çünkü yaşamını sürdürmek için yazmaması gerekiyor.
Kısaca hikayenin başında bir parça mutluluğu olan karakterimiz sadece yaptığı
işten dolayı git gide yalnızlaşıyor çünkü kimse yazdıklarını anlayamıyor.
Anton Çehov’un öyküsüne gelirsek
öykü bir banker ve avukatın iddiası üzerine kurulmuştur. Bir gün elitlerin
toplandığı bir yemekte “İdam mı yoksa müebbet hapis mi?” konusu açılmıştır.
Hararetli tartışma sırasında orada bulunan genç bir avukata bu soruyu sorulur.
Avukat ise ne koşulda olursa olsun yaşamanın daha değerli olduğunu düşündüğü
için müebbet daha iyidir demesi üzerine bir banker avukata onun beş sene bile
bir hapiste kalamayacağını iddia eder. Avukat ise beş yıl değil on beş yıl
kalabileceğini iddia eder. Bunun üzerine ortaya bir bahis çıkar. Bahis şu
şekildedir: Eğer ki avukat dediği gibi on beş sene hapiste kalırsa banker ona
iki milyonluk değerinde para ödemek zorundadır ama eğer ki banker haklı çıkarsa
bir şey ödemeyecektir. Bunun üzerine bahisin olması için sıkı kurallar koyulur
ve bankerin evinde küçük bir hapishane inşa edilir. Bahis ilk yılında genç
avukat bunalım yaşamaktadır ve gece gündüz piyano çalmaktadır. İkinci senede
avukat okumak için dünya klasiklerini sipariş verir. Beşinci senede yine piyano
sesleri geliyordu hapishaneden ve avukat geceleri yazılar yazıp sabahları
onları yırtıp atıyordu. Altıncı yılda avukat dünya dilleri, felsefe ve tarih
üzerine çalışmaya başlıyor. Avukat bey dört senede 600 küsür ilt kitap
okumuştur. Onuncu senede avukat bir sene boyunca İncil’i okuyor ve ondan
sonraki dönemlerde teoloji ve dinler tarihi kitaplarını okuyor. Ve son iki
yılda da birçok kitap okuyan avukat, gayet aydınlanmış bir bireye dönüşür. Ve
paranın ve dünyevi zevklerin bir anlamı olmadığını anlayıp on beşinci senenin
dolmasına beş dakika varken hapishaneden kaçar.
Hikayeyi tekniksel açıdan incelersek
hikayenin ana zamanı aslında iddianın 15. yılında geçmektedir ancak hikaye
anlatılırken geçmişe dönüş vardır. Bu zamanlar arasındaki değişim anlatıma güç
kazandırmaktadır. Öykümüzün türü olay hikayesidir ki zaten Anton Çehov da olay
hikayesinin öncülerindendir. Ayrıca hikayedeki bakış açısı ilahi bakış açısıdır
çünkü hikaye boyunca bazen bankerin düşüncelerini öğrenmekteyiz. Dil olarak ise
ben sade ve yalın buldum. Ve hatta okunması da gayet akıcıydı. Ayrıca öykünün
sonunda mektup kullanılması da metin arası bir ilişki olduğunu göstermektedir.
Hikayeyi anlamsal olarak ele alırsak
hikaye bize bir karakterin gelişimi üzerinden bilmenin ve öğrenmenin bir insanı
nasıl geliştireceğini göstermektedir. Avukat tüm dünyevi işlerden ve zevklerden
arınmaya başladığı andan itibaren (yani gönüllüce hapse girdiğinden itibaren)
vaktini geçirmek için dil öğrenmiş, piyano çalmış ve kitap okumuştur. Tüm
bunları yaparken kendini geliştirmiş ve kendine ait bir felsefik bakış açısı
geliştirmiştir. Tüm bu gelişim bize hikayenin başındaki paragöz ve hırslı bir
avukattan dünyevi zevklerden ve nesnelerden artık tatmin olmayan bilge bir adam
görmemizi sağlamıştır. Buradan şunu anlayabiliriz ki eğer maddiyat ile dolmui
bu dünyada okuduklarımızı ve okuduklarımızı yazan kişileri cidden anlarsak dünyaya
bakış açımız maneviyat üzerine döner.
Bu iki olay hikayesinin ortak
özelliği - en azından bana göre - karakterlerimizin eser sonlarındaki
yalnızlığıdır. Oğuz Atay’ın hikayesinde karakterimizin sanatını ve kendisini,
duygularını kimse anlamaktadır. Bu nedenle karakterimiz git gide kendini yalnız
hissetmiştir ve bunalmıştır. Anton Çehov’un hikayesinde ise karakterimiz o
kadar bilge biri olmuştur ki o döneme göre aşırı bir miktar olan iki milyon
değerindeki paradan vazgeçmiştir. Bu vazgeçiş herkesin yapabileceği ve
anlayabileceği bir durum değildir çünkü kimse onun kadar bilge değildir. İşte
bu hikayedeki karakterimiz de bildiklerinden dolayı yalnızdır. Ayrıca yalnız
olmanın bir insana yaptıklarını da görmekteyiz iki hikayede de. Birinde
karakterimiz depresyona girip tüm vücudunu umutsuzluk kaplarken diğer hikayede
ise karakterimiz yalnız kaldığı için birçok duygu karmaşası yaşamıştır ancak
tüm bunlara rağmen okuyup yeni bilgiler öğrenmiş ve kendini geliştirmiştir. Ve
sonuna bilge biri olmuştur. Aslında bu noktada garip bir durum çıkmaktadır. İki
hikayede de karakterlerimiz yaşamak veya vakit geçirmek için kendilerini
geliştirmişlerdir. Oğuz Atay’ın hikayesindeki karakter kendi öykülerini
geliştirmeye çalışmış ve kendine göre başarmış olsa da kimse halen beğenmiyordur.
Ve hatta onu ve hikayelerini değersiz görüp bir hiç sayıyordur. Bu durumda
karakterimizi bunalıma sokuyordur. Ancak diğer hikayede avukat aynı diğer
karakterimiz gibi yalnız kaldığından dolayı kendini geliştirmeye çalışıyordur
ve yapıyordur. Ancak diğer karakterimizden farklı olarak avukat bilerek
kaçmasının altında yatan nedenden dolayı bankerin övgüsünü almıştır. Ve diğer
kimse de bu adamı yargılamamıştır ve hatta bahsi dahi geçmemiştir. Hatta
hapisteyken bazen onu izlemişlerdir. Bu durum şunu göstermektedir ki cidden
“Coğrafya kaderdir.” sözü doğrudur çünkü coğrafyanın ekonomik, sosyal ve
politik koşulları o coğrafyada yaşayan kişilerin bakış açılarını
etkilemektedir. Belki de Oğuz Atay’daki karakterimiz avukat ile aynı yerde
yaşasaydı çok daha farklı bir hikayesi olabilirdi.
Farklılıklara gelirsek yukarıda
bahsettiğim “Coğrafya kaderdir.” durumundan başka olarak hikayelerin ortak
konuları olan yalnızlığı ele alışları farklıdır. Dediğim gibi biri yalnızlıktan
depresyona girerken diğeri bilge biri olmaktadır. Aynı zamanda olayların
geçtiği dönem ve koşullar da çok farklıdır. Bir karakterimiz fakirken daha
fakir olup gönülsüzce ve istemsizce bazı şeylerden vazgeçerken diğer
karakterimiz gönüllü bir şekilde kendi özgürlüğünden vazgeçmiştir. Tekniksel
olaraksa bakış açılarının farklı olduğunu ve her hikayenin anlaşılır olması
için doğru bakış açılarında yazıldığını düşünüyorum.
Son olarak, iki hikayenin tarzında
ve yapısında farklılıklar olsa da yalnızlığın bir insanda nelere sebep
olabileceğini ve yalnızlığın nasıl olabileceğini göstermede başarılı iki eser
okuduğumu düşünüyorum.
- Sertaç Bahadır Afşari
Not: Bu yorum tamamen benim bakış açıma dayalı yapılmıştır. Akademik amaçlarla kullanılması önerilmez.
Yorumlar
Yorum Gönder